İSTANBUL MEVLEVİHANELERİNİN MİMARİSİ-BAHA TANMAN

İSTANBUL MEVLEVİHANELERİNİN MİMARİSİ-BAHA TANMAN

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Hamdi Tanpınar Mevlevîliğin oluşumu için şunları söyler... “Tarîkat olarak Mevlevîliği esas çizgileriyle Sultan Veled kurar. Fakat teşrifatı, nezaketi, terbiyesi, sülûkun ve âyinin erkânı tıpkı mûsıkîsi gibi daha sonraki zamanın, Osmanlı devrinin ve biraz da İstanbul’undur.”1 Kanaatimce üstadın kullandığı ‘biraz da İstanbul’undur’ tâbirini ‘özellikle İstanbul’undur’ şeklinde değiştirmek de mümkündür.

 

Mevlevîliğin kültürel gelişiminde başrolü oynadığına inandığım İstanbul’da söz konusu tarîkatın faaliyet merkezleri olan Mevlevîhânelerin mimârîsi iki ana başlık altında incelenebilir: Bunlardan ilki, Mevlevîhânelerin şehrin içinde ve yakın çevresindeki dağılımını, bu dağılımı yönlendiren etkenleri ve bu tesisleri şehre bağlayan güzergâhları içerir. Diğeri ise, bir yandan İstanbul’daki mimârî pratiklerin, diğer yandan Mevlevîliğe has âyin ve erkânın biçimlendirdiği mimârî ortamın ve özellikle Mevlevîhânelerin ‘çekirdeği’ olan semâhânelerin tanımlanması olacaktır.  

 

1. İstanbul’da Mevlevîhânelerin Dağılımı ve Şehirle İlişkileri

 

İstanbul’da faaliyet göstermiş olan Mevlevîhânelerin dağılımına ve bulundukları çevrelere göz atıldığında, ilk dikkati çeken husus, II. Mehmed (Fatih) tarafından seyyah Mevlevî dervişlerine tahsis edilen, ancak bu işlevi uzun ömürlü olmayan kiliseden dönme Kalenderhâne ile İstanbul Mevlevîhâneleri içinde, sahip olduğu zâviye statüsüyle tâlî bir konum sergileyen Üsküdar Mevlevîhânesi dışında, bütün diğer kuruluşların meskûn alanların uzağında, mesire niteliğindeki mevkilerde tesis edilmiş olmalarıdır.

 

İstanbul Mevlevîhânelerinin dağılımındaki bu özelliğin kaynağını belki de, Mevlevîlerin kendi içlerinde bir seçkinler zümresi oluşturmasında, ‘ham sofular’ın tecessüsünden ve dedikodusundan uzak olmayı tercih etmelerinde aramak gerekir. Ayrıca, Mevlevîhânelerin, özellikle de tam teşekküllü kuruluşlar olan, âsitânelerin, diğer tarîkatların tekkelerine oranla daha zengin bir mimârî programa sahip olmaları, dolayısıyla daha geniş bir araziye yayılma ihtiyaçları da konumlarındaki bu özelliğin diğer bir sebebi olarak düşünülebilir.

 

İstanbul’daki en eski ‘özgün’ Mevlevî tesisi olan Galata Mevlevîhânesi,2 1491’de, Galata surlarının ötesinde, bânî İskender Paşa (ö. 1506)’ya ait arazinin içinde, kırlarla ve korularla kaplı bir tepede kurulmuştu. Bazı araştırmacıların, Bizans döneminden Azîz Theodoros Manastırı’nın kalıntıları üzerinde inşa edildiğini ileri sürdükleri3 bu münzevî tesisle Galata surları arasında kalan boş alan, 16. ve 17. yüzyıllarda, Yazıcı (Müeyyedzâde Mehmed Efendi) ve Şahkulu mescitlerinin4 çevresinde gelişen Müslüman mahalleleriyle dolmuş, Mevlevîhâne de Şahkulu Mahallesi’ne dâhil edilmişti.5 Öte yandan, hâlen Haliç Tersanesi’nin bulunduğu Meyyit İskelesi mevkiinden başlayan, Galata surları dışından, Şişhâne’yi içine alarak Tünel-Tepebaşı hattına kadar ulaşan büyük bir Müslüman mezarlığı teşekkül etmişti.6

 

Frenklerin ve Levantenlerin zamanla Galata surlarının dışına taşarak, Tünel-Taksim ekseninde gelişen Pera semtini oluşturmaları sonucunda Galata Mevlevîhânesi, tesis edildiği dönemin doğal çevresine olduğu kadar, temsil ettiği zihniyete ve değerlere de oldukça yabancı bir doku içinde sıkışıp kalmıştır. Mevlevîhânenin geniş arazisi bu dönüşümün yarattığı ‘baskı’ sonucunda küçülmüş, 1899’da arsanın güney kesimi Alman Lisesi’ne tahsis edilmiş,7 Cumhuriyet döneminde (1945-1947) de, doğu yönündeki mezarlığın (hâmûşânın) bir kısmı kaldırılarak yerine,  hâlen Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi olarak kullanılan Beyoğlu Evlendirme Dairesi inşa edilmiştir.

 

Mevlevîhâneye ulaşmak için, Galata Kulesi’nin yakınındaki Kule Kapısı’ndan surların dışına çıkarak bugünkü Galip Dede Caddesi’ni izlemek gerekiyordu.8 Bu yüzden adı geçen kuruluş ‘Kulekapısı Mevlevîhânesi’ olarak da anılagelmiştir.

 

Diğer bir yol da, Haliç kıyısındaki Meyyit İskelesi’nden başlamakta ve Şişhane yamaçlarındaki gömü alanı içinden geçerek Mevlevîhâne’ye ulaşmaktaydı.9 1268 (1851/52) yılında basılmış olan Letâifnâme’de geçen şu pasaj dikkate değer: “...Yusuf Şah Yazıcıoğlu ile atlara binip iskeleye geldiler, iki çifte kayığa binip Meyyit İskelesi deyüp yanaşdılar, oradan mezaristanda tarihler okuyarak Mevlevîhâneye geldiler....”10 Pera’da yaşayan Levantenler ile bu semtte konaklayan Avrupalılar ise Mevlevîhâne’ye, o dönemde Grande Rue de Péra ya da ‘Cadde-i Kebîr’ olarak anılan İstiklâl Caddesi’nden gidiyorlardı.

 

Yenikapı Mevlevîhânesi11 1597/98’de, tarihi yarımadayı çevreleyen surların ötesinde, bânî Yeniçeri Kâtibi Malkoç Mehmed Efendi (ö.1646)’ye ait bir bahçenin içinde kurulmuştur. Marmara’dan Haliç’e kadar kara surlarına paralel uzanan mezarlık kuşağını, 1950’lerden itibaren yerlerini sanayi kuruluşlarına ve yeni yerleşim alanlarına terk eden, bağlar ve bahçelerle kaplı ikinci bir kuşak izlemekteydi.

 

Bizans döneminde ‘Melandizya’, ‘Polyandrion’ ya da ‘Rhesium’ olarak bilinen, Osmanlı döneminde ‘Yeni Kapı’ veya ‘Bâb-ı Cedîd’ adlarını alan kapı, sur içi iskânını bu tesise bağlayan yolun başlangıcında bulunduğu için, Mevlevîhâne’nin kurulmasından itibaren ‘Mevlevîhâne Kapısı’, ‘Bâb-ı Mevlevîhâne’ ya da aynı adı taşıyan diğer sur kapılarından12 ayırt edilmesi için ‘Mevlevîhâne Yeni Kapısı’ olarak anılmaya başlamış, halkın ağzında bu terimler ‘Mevlânâ Kapısı’na hatta ‘Mevlânâkapı’ya dönüşmüş, yeni tesis edilen Mevlevîhâne de ‘Mevlevîhâne der Bâb-ı Cedîd’ ya da ‘Yenikapı Mevlevîhânesi’ olarak kaynaklara geçmiştir.

 

Şehri Mevlevîhâneye bağlayan yol günümüze kadar değişmemiştir. Yeni Kapı’dan çıkıldıktan sonra, doğu-batı doğrultusunda mezarlıklar içinde uzanan ve günümüzde ‘Mevlevîhâne Caddesi’ adını taşıyan yola girilir. Yolun üzerinde, Halvetîliğe bağlı Hacı Mahmud Ağa Tekkesi13 ile Yenikapı Mevlevîhânesi’nin aşçı dedelerinden Sahih Ahmed Dede’nin açık türbesinden14 sonra sağda, Halvetîliğin Sünbülî koluna bağlı Merkez Efendi Tekkesi’ne15 ulaştıran sokak ayrılır. Bu sapaktan sonra batıya (ileriye) doğru birkaç yüz adım atılınca önce, Mevlevî Tekkesi Sokağı ile ana arsadan ayrılan ‘hâmûşân’ (büyük hazire), bu sokağın gerisinde de Mevlevîhâne karşımıza çıkar.

 

Kasımpaşa Mevlevîhânesi16, 17. yüzyılın ilk yarısında, Fırıncızade Şeyh Sırrî Abdî Dede (ö.1631) tarafından, sahibi olduğu bostanın içinde tesis edilmiştir. Aynı yüzyılda Evliya Çelebi, Mevlevîhâne’nin yer aldığı Kasımpaşa Vadisi’nin meyve ve çiçek bahçelerini över.17 19. yüzyılın ikinci yarısında Pera’nın Kasımpaşa’ya doğru sarkması, öte yandan Kasımpaşa semtini oluşturan Müslüman mahallelerinin kuzeye doğru genişlemesi sonucunda Mevlevîhâne kâgir Levanten apartmanlarıyla ahşap Osmanlı konutlarının sınırında kalmıştır. Buna rağmen 20. yüzyılın ilk yarısında Mevlevîhâne’nin çevresinde çiçek bahçelerinin son örneklerine rastlanmaktaydı18 (Çiz.1).  Pera’nın ve onun devamı olarak Taksim’den Şişli’ye doğru sıralanan yerleşimlerin oluşumundan önce, Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ne, adını taşıdığı semtin merkezinden (Güzelce Kasım Paşa Camii’nden) bugünkü Bahriye Caddesi izlenerek gelinmekteydi. 

 

Beşiktaş Mevlevîhânesi’ne19 gelince, Boğaziçi kıyılarının sahil sarayları ve yalılarla ‘şenlenmeye’ başladığı 17. yüzyılda (1622’de), Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa (ö.1622) tarafından,  ‘Kazancıoğlu Bahçeleri’ olarak bilinen ünlü bir mesirenin yanında inşa ettirilmiş, kuruluşundan az sonra, bu bahçelerin IV. Murad tarafından ‘hadâik-i hassa’ya dâhil edilerek kızı Kaya Sultan (ö. 1659)’a verilmesi ve hasbahçenin kıyısında bir yalı inşa edilmesiyle hanedana ‘komşu’ olmuştur. 

 

Sonradan yerini bugünkü Çırağan Sarayı’na terk eden Beşiktaş Mevlevîhânesi’nin devamı olarak Eyüp’te 1879’da yapımı tamamlanan20 Bahâriye Mevlevîhânesi21 selefinin yalı konumunu devam ettirir. Bu kuruluşa adını veren Bahâriye kıyısı, Eyüp’ün merkezinden Alibeyköyü ve Kâğıthane mesirelerine doğru uzanmakta, burada devlet ricâline ait yalılar ve sultanlara tahsis edilen sahil sarayları sıralanmaktaydı (Res.1). Bu kıyıdaki yapı dizisinin son öğesi olan Mevlevîhâne’nin, II. Mahmud’un yıktırdığı Bahâriye Kasrı’nın yerini işgal ettiği anlaşılıyor.22

 

Eyüp’ün merkezini Alibeyköyü-Kâğıthane bölgesine bağlayan kara yolu -Boğaz kıyılarında olduğu gibi- Bahâriye’deki yalı dizisinin arkasından geçmekte, Mevlevîhâne’nin cümle kapısı da bu yola bağlanan bir çıkmazın sonunda yer almaktaydı (Res.2). Mevlevî kültürüyle yalı geleneğinin iç içe yaşandığı bu tesise, kara yolunun yanı sıra deniz araçlarıyla da gelinebiliyordu.23 Nitekim V. Mehmed Reşad 3 Teşrîn-i sânî 1326 (16 Aralık 1910)’da, kapsamlı bir onarımdan sonra icra edilen ‘resm-i küşadı teşrif’ için, önce kara yoluyla Kâğıthane’ye,  buradaki İmrahor Kasrı’nın rıhtımından motora binerek Bahâriye’ye gelmiş, rıhtımda saf bağlayıp ‘ism-i Celâl çeken’ Mevlevîler ve tüten buhurdanlar arasından geçerek Dergâh’a girmişti.24 Bahâriye Mevlevîhânesi 1930’larda, yerlerini fabrikalara terk eden yalılarla ve temsil ettiği kültür birikimiyle birlikte tarihe karıştı.

 

İstanbul’daki diğer Mevlevîhânelerden farklı olarak zâviye konumunda olan ve özellikle seyyah dervişleri barındıran Üsküdar Mevlevîhânesi25,  Mevlevîliğin merkezi Konya’ya ulaştıran yolun ilk menziliydi. Yakın zamana kadar bahçeli konutlarla dolu olan İmrahor semtinde, 1792/93’te Yeğen Ali Paşa’nın oğlu Halil Numan Dede Bey (ö.1799)  tarafından kurulan bu tesis, Mevlevîhâneler içinde çevresi en az değişmiş olandır.

 

2. İstanbul’da Mevlevîhânelerin Mimârîsi26

2.1. Kaynaklar ve Belgeler

İstanbul Mevlevîhânelerinin mimârîsine ilişkin kaynaklar arasında kuşkusuz vakfiyeler ve bunlara yapılan zeyiller ilk akla gelenlerdir. Söz konusu belgeler Mevlevîhânelerin kurum içindeki statülerini (âsitâne veya zâviye olduklarını) belirler ve mimârî programın ana hatlarını verir. Bunların yanı sıra, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)’nde İstanbul Mevlevîhânelerinin onarımlarına veya yeniden inşa edilmelerine ilişkin, keşif, masraf dökümü türünden, hemen hepsi 19. yüzyıla ait pek çok belge bulunmaktadır.  Mevlevîhânelerin mimârî programının daha ayrıntılı biçimde tanımlandığı bu belgeler dönemin inşaat malzemeleri, yapım teknolojisi, şantiye örgütlenmesi, inşaatı üstlenen bina eminleri ve kalfaların kimliği gibi birçok hususta aydınlatıcı olmakta, ne var ki mimârînin niteliği hakkında bilgi vermemektedir. Daha açık bir deyişle, söz konusu belgelere dayanarak İstanbul Mevlevîhânelerinin, 19. yüzyılda son kez yenilenmeden önceki biçimlerini restitüe etmek imkân haricindedir. Bu arada, BOA’daki Plan-Proje Kataloğu da, -en azından şimdilik- İstanbul Mevlevîhâneleri konusunda oldukça sınırlı malzeme içerir.27

 

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Hadîkatü’l-Cevâmî ve Mir’at-ı İstanbul gibi, İstanbul’un tarihî topografyası ve mimârî eserlerine ilişkin temel kaynaklar ise Mevlevîhânelerin mimârî özelliklerine dair daha doyurucu bilgiler verirler.28

 

19. yüzyıldan geriye (17. yüzyıla kadar) giden ve asıl mimârî özelliklerin tesbit edilmesine imkân veren görsel belgeler ise yalnız Beşiktaş ve Galata Mevlevîhânelerine aittir.

 

Örneğin, ABD’de, Philadelphia Freer Library’de bulunan,29 Levnî’nin okuluna bağlı bir sanatçı tarafından 1720 civarında üretildiği anlaşılan30 bir minyatürde, deniz kıyısındaki bir Mevlevîhânenin semâhânesinde icra edilen mukabele tasvir edilmiştir. Çerçevenin solunda, sonradan eklendiğini tahmin ettiğimiz ‘meclis 34 Kulekapısı Mevlevîhânesi’ yazısı dikkati çeker. Ancak burada tasvir edilen yapının Beşiktaş Mevlevîhânesi olduğu kesindir. Her şeyden önce arka planda gözlenen, yelkenlilerle, kayıklarla dolu deniz ve karşı kıyı, Kulekapısı (Galata) Mevlevîhânesi’nin konumuna ve topografya özelliklerine uymaz. Ayrıca minyatürün yapıldığı dönemde, İstanbul’da ‘leb-i deryâda’ Beşiktaş Mevlevîhânesi’nden başka Mevlevîhâne bulunmamaktaydı. Bu arada minyatür sanatçılarının topografya gerçeklerini dikkate almadıkları, yukarıda değinilen hususların da minyatürün tanımı açısından kesin deliller oluşturamayacağı ileri sürülebilir. Ne var ki Galata Mevlevîhânesi’nin, Freer Library’deki minyatürün yapıldığı yıllarda kullanılmakta olan semâhânesiyle minyatürde tasvir edilen semâhâne farklı özelliklere sahiptir. Sonuçta söz konusu tasvir, Beşiktaş Mevlevîhânesi’nin, Evliya Çelebi tarafından güzelliği övülen semâhânesine ilişkin yegâne görsel belgedir31 (Res.3)

 

Öte yandan Galata Mevlevîhânesi, Pera’da bulunduğu için, özellikle 17. yüzyıldan itibaren İstanbul’u ziyaret eden yabancıların ‘klasik’ uğraklarından birisi haline gelmişti.32  Bu sayede söz konusu tesisin yapıları, özellikle de semâhânesi birçok Batılı sanatçının resimlerine konu olmuştur.

 

Galata Mevlevîhânesi’ndeki semâhâne altı kez inşa edilmiştir:

 

1. Semâhâne 1491’de İskender Paşa tarafından, 2. semâhâne 17. yüzyıl başlarında (1608’den az önce) büyük ihtimalle Tersane ve Matbah Emini İsmail Efendi tarafından, 3. semâhâne 1765’teki Tophane Yangını’ndan sonra III. Mustafa tarafından, 4. semâhâne 1791’de III. Selim tarafından, 5. semâhâne 1834/35’te II. Mahmud tarafından, hâlen mevcut olan 6. semâhâne ise 1859/60’da Abdülmecid tarafından yaptırılmıştır. Bunlardan 1. semâhânenin mimârî düzeni hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Buna karşılık 2., 3., 4. ve 5.  semâhânelerin, en azından iç görünümlerini yağlıboya resimler ve gravürler sayesinde tanıyabiliyoruz.

 

Şimdilik tesbit edebildiğimiz kadarıyla, 17. yüzyıl başlarında ihya edilmiş 2. semâhâneyi tasvir eden belgeler şunlardır: Fransız büyükelçisi Marquis de Feriol’un daveti üzerine 1699’da İstanbul’a gelmiş olan J.-B. van Mour (1671-1737)’a33 ait, 17. yüzyıl sonlarına tarihlenen tablo (Amsterdam, Rijksmuseum, env. no. A4081);34 aynı ressamın eseri olan 1714-1715’te yayınlanmış olan gravür35 (Res.4);  C. N. Cochin (1715-1790)’in36  1787-1820 arasında yayınlanan gravürü37 (Res.5); Cochin’inkinin hemen aynısı olan anonim gravür;38 W. Hogarth (1697-1764)’ın39, 1727’de yayınlanan gravürü.40

 

1765 tarihli Tophane Yangını’nı müteakip III. Mustafa’nın yeniden yaptırdığı 3. semâhâne F. Smith (ö.1780’den önce)’in41 Lord Baltimore (ö.1771)’un maiyetinde katıldığı Doğu yolculuğu sırasında yapmış olduğu, 1771 civarında yayınlanan gravürde42 (Res.6) izlenebilmektedir.

 

1791 tarihli 4. semâhâne ise şu eserlerde izlenebilir: Rus ressamlarından E. Korneef (1774-1825)43 tarafından 19. yüzyılın ilk çeyreğinde çizilen ve E. Scotnikoff (1782-1842)44 tarafından gravürü hazırlanan resim45 (Res.7) ve Barker’in 1813 tarihli, Galata Mevlevîhânesi ile çevresini tasvir eden panoraması46 (Res.8).

 

1834/35 tarihli 5. semâhâne ise J. Pardoe (1806-1862)’nun seyahatnâmesinin özgün baskısında, iç kapakta yer alan 1836 tarihli gravürde ve A. Preziosi (ö.1882)’nin47 1857’de yayınlanan gravüründe48 (Res.9) görülebilmektedir.49

 

Mevlevîhânelerin 19. yüzyılda almış oldukları son şekillerinin tesbitinde ise en önemli görsel belgeler, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki Eski Eserler Encümeni Arşivi’nde bulunan, 1930’lu ve 1940’lı yıllara ait fotoğraflardır.50 İstanbul Mevlevîhânelerine ilişkin görsel belge içeren diğer bir arşiv de Prof. Dr. A. Süheyl Ünver tarafından meydana getirilmiş olup, hâlen bir kısmı İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nde, bir kısmı da Süleymaniye Kütüphanesi’nde korunmaktadır.

 

2.2. Fonksiyon Şeması ve Mimârî program

 

Bağımsız mescitleri olan Mevlevîhâneler dışında, vakit namazlarının kılındığı, ‘âyin / âyin-i şerîf / mukabele’ olarak anılan tarîkat ritüelinin icra edildiği, Mesnevî şerhlerinin yapıldığı, mevlid, mi’râciye, hatim ve aşûre cemiyetlerinin düzenlendiği, ibadeti ve eğitimi kaynaştıran âyin mekânları Mevlevîlerce ‘semâhâne’ olarak adlandırılmıştır.51 Bunlardan başka, sabah namazını müteakip ‘murakabe’ denilen bir tür iç muhasebesinin gerçekleştirildiği, yalnız Mevlevîhânelere özgü birimlere ‘meydan-ı şerîf’ denir. Postnişînlerin, bunların aile bireylerinin ve bazı ileri gelen mensupların gömülü oldukları türbe; ayrıca dervişlerin ve muhiblerin kabirlerini barındıran ve ‘hâmûşân’ (susanlar) olarak anılan hazire ise ziyaret birimleridir.

 

Mevlevîhânelerdeki barınma birimleri, sivil mimârîde olduğu gibi, ‘harem’ ve ‘selâmlık’ olarak adlandırılan iki ana kesimde toplanır. Harem, şeyhin ailesiyle birlikte yaşadığı, ayrıca misafir hanımların ağırlandığı bölümdür. Harem bölümlerinde, sofalar, odalar ve helâ-abdestlik birimlerinin yanı sıra, tekkenin büyük mutfağından ayrı küçük bir harem mutfağı, küçük bir hamam ya da gusülhâne bulunur. Selâmlık ise birçok fonksiyonu bünyesinde toplar. ‘Şeyh odası’ postnişîn tarafından erkek misafirlerin ağırlandığı, tasavvufî eğitimde önemli bir yeri olan sohbetlerin gerçekleştirildiği; ‘meydan odası’ ise, dervişlerin üstlerini değiştirdikleri, kendi aralarında oturup sohbet edebildikleri mekânlardır. ‘Kahve ocağı’ selâmlıkta sunulan kahvelerin hazırlandığı yerdir. Bunların yanı sıra, 1001 günlük çileyi başarıyla tamamlayıp ‘dede’ payesine hak kazanan ve tekkede yaşayan dervişler, selâmlığın bünyesinde yer alan ‘dedegân hücreleri’nde barınırlar.

 

Mevlevîhânelerde ‘matbah-ı şerîf’ olarak adlandırılan ve selâmlığın bünyesinde ya da onunla bağlantılı olarak tasarlanan mutfak, tekkede barınanların yanı sıra misafirler ve çevredeki yoksullar için yemek pişirilen mekân olmanın yanı sıra, tarîkata giren ‘nev-niyâz’ların ilk eğitimlerini ve semâ’ meşklerini gerçekleştirdikleri önemli bir eğitim birimidir.52

 

Öte yandan, harem halkının ihtiyacına cevap verecek ölçekte tutulan ‘harem mutfağı’, büyük mutfaktan dönme dolaplar aracılığıyla hareme aktarılan yemeklerin ısıtıldığı, hanımlar tarafından reçel, şurup, muhallebi türünden yiyeceklerin hazırlanabildiği küçük kapsamlı bir mutfaktır. Büyük mutfağın tamamlayıcısı olan, erzağın saklandığı kiler, ekmeğin pişirildiği fırın, topluca yemek yenilen ‘somathâne’, şerbetlerin hazırlandığı şerbethâne, bazı tesislerde yer alan inek/koyun ahırları ve kümesler beslenmeye ilişkin diğer birimlerdir.

 

Selâmlık ve harem bölümlerinde yer alan hamam veya gusülhâne, basit bir musluk dizisinden şadırvana kadar gidebilen abdest alma mahalleri, helâlar, çamaşırhâne, su ihtiyacını karşılayan su haznesi, sarnıç ve kuyu Mevlevî tekkelerinin mimârî programlarında yer alan temizliğe ilişkin birimleridir. Ulaşım çoğu zaman atla, merkeple veya atlı taşıtlarla sağlandığından at ahırı, varlığına ihtiyaç duyulan önemli bir birimdir. Ayrıca deniz kıyısında yer alan Mevlevîhânelerde iskele ve kayıkhâne bulunmaktadır.

 

Tarîkat faaliyetlerinin yanı sıra toplumun başka ihtiyaçlarına da cevap veren, ‘tarîkat külliyesi’ ölçeğindeki kuruluşlarda, tasavvufî hayatla doğrudan ilişkisi olmayan muvakkithâne, kütüphane, çeşme, sebil gibi, tâlî işlevlerin gerektirdiği birimlere yer verilmiştir.

 

2.3. Tasarımın Çekirdeği: Semâhâneler

 

Bu yazının kapsamında Mevlevîhânelerin barındırdığı birimler içinde, yalnız tasarımın çekirdeğini oluşturan semâhâneler gözden geçirilecek, ortadan kalkmış olanlar, yukarıda dökümü verilen görsel belgelere dayanarak restitüe edilecektir.

 

Galata Mevlevîhânesi’nin 2. semâhânesi sekizgen planlı olup mekânın ortasında aynı biçimde bir semâ’ alanı, bunun çevresinde de seyirci mahfilleri bulunur. Yapı kitlesinden taşan kenarlarda iki sıra halinde pencereler düzenlenmiş, alttaki dikdörtgen pencereler parmaklıklarla, kemerli tepe pencereleri ise revzenlerle donatılmıştır. Semâ’ alanının köşelerine birer dikme yerleştirilmiş, semâ’ alanını kuşatan seyirci mahfilleri, bunlara saplanan korkuluklarla sınırlandırılmıştır. Mekânı örten ahşap kubbe, sekizgen prizma biçiminde basık ve pencereli bir kasnağın üzerinde yükselir. Kubbenin yüzeyi, çıtalarla, yuvarlak göbekten dağılan ince dilimlere bölünmüştür.

 

Mihrabın karşısında, dik bir merdivenle çıkılan mutrıb maksûresi,  mihrabın sağında, kafeslerle kapatılmış fevkânî kadınlar mahfili bulunmaktadır (Res.4-5).

 

III. Mustafa’nın ihya ettiği 3. semâhâne-de semâ’ alanı daire planlıdır. Ancak ahşap dikmelerden oluşan taşıyıcı sistem, iki sıralı pencere düzeni, pencereli basık kasnaktan ve ahşap kubbeden oluşan üstyapı bir önceki semâhâneyle aynıdır (Res.6).

 

III. Selim’in inşa ettirdiği 4. semâhânede daire planlı olan semâ’ alanı ya yine ahşap bir kubbeyle veya çıta taksimatlı bir tavanla örtülüdür. Mihrabın solunda, 1793/94’te eklenen fevkânî hünkâr mahfili, sağında da, daha önceki dönemlerden farklı olarak zemine oturan, kafeslerle donatılmış kadınlar mahfili yer alır. Mimârî ayrıntılar Barok üslûba uygun olarak yenilenmiştir (Res.7-8).

 

II. Mahmud tarafından 1834/35 yılında 5. kez yeniden inşa ettirilen semâhânede semâ’ meydanının köşeleri 45° pahlı kare biçimindedir. Pahın köşelerinde ve kenarların ortalarında yer alan toplam 12 kare kesitli ve Toskan başlıklı dikme fevkânî mahfilleri taşır. Mahfil kotunda aynı düzende sıralanan dikmelerin arasında torna işi korkuluklar uzanmaktadır (Res.9).

 

1859/60 tarihli 6. (bugünkü) semâhânede semâ’ alanı tekrar sekizgen olarak tasarlanmış (kenar: 5.00 m.), ancak hünkâr mahfili mihrabın sağına alınmış (Çiz.2), mimârî ayrıntılarda barok üslûp yerini önce ampir üslûbuna, sonra Abdülmecid döneminin, neo-klasikten eklektiğe (seçmeciye)  doğru kayan üslûbuna terk etmiştir.

 

Beşiktaş Mevlevîhânesi (1622)’nde kare planlı olan (yaklaşık 10.00 x 10.00 m.) semâ’ alanı 2.00 m. yüksekliğindeki seyirci mahfilleriyle kuşatılmış, bunların semâ’ alanına bakan yüzeyleri ‘kitâbeli’ denilen şekilde, dikey ahşap malzemeyle kaplanmıştı. Zeminde, girişin yer aldığı kuzey kenarında, ortadaki iki dikme arasındaki açıklık mutrıb maksûresine ayrılmış, bu bölüm ileriye taşırılmıştı. Mahfillerin sınırında yükselen dikmelerin taşıdığı ahşap kubbe, merkezden dağılan eksenlere yerleştirilmiş şemselerle süslüydü.

 

Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nin 1834/35 tarihli semâhânesi doğu ve batı yönlerinden selâmlık mekânlarınca kuşatılmış olup güney ve kuzey yönlerinde dışa açılır  (Çiz.3). Köşeleri 45° pahlı kare biçiminde olan semâ’ alanı (10.00 x 10.00 m.) çepeçevre seyirci mahfilleriyle kuşatılmış, fevkânî hünkâr mahfili doğu yönüne alınmıştır. Semâ’ alanıyla mahfillerin sınırında dikmeler ve korkuluklar uzanır (Res.10).

 

Yenikapı Mevlevîhânesi’nde 1837/38 yılında son şeklini alan semâhâne tür  beyle aynı çatı altındadır (Çiz.4). Kare içine yerleştirilmiş daire planlı (çap: 14.00 m.) semâ’ alanıyla, doğu yönünde kemerlerle buna açılan türbe arasında doğrudan bir görsel iletişim sağlanmıştır. Batı yönünde de şerbethâneye bitişen semâhâne güney ve kuzey cephelerindeki pencerelerden ışık alır. Üst katta, mihrabın karşısında çıkmalı mutrıb maksûresi, solunda da hünkâr mahfili bulunur. Mahfiller semâ’ alanından, 18 adet dikme ve bunların arasındaki korkuluklarla ayrılmıştır. Mekânı örten ahşap kubbe ampir üslûbunda ışınsal bir bezemeyle kaplıdır (Res.11).

 

Üsküdar Mevlevîhânesi’nde 1872’de yeniden inşa edilen semâhâne, yamuk planı ve türbenin üzerinde yer almasıyla, İstanbul’daki diğer bütün semâhânelerden ayrılır (Çiz.5). Türbenin bu sıra dışı konumu, Mevlevîhâne’nin sahip olduğu geniş arsada herhangi bir yer darlığından kaynaklanmamakta, Osmanlı öncesi Anadolu kümbetlerindeki iki katlı tasarımı hatırlatmaktadır.

 

Bahâriye Mevlevîhânesi (1879)’nin semâhânesinde, kare planlı (15.50 x 15.50 m.) semâ’ alanının köşeleri çeyrek dairelerle yumuşatılmış, sınırına 18 adet dikmeyle aralarına korkuluklar yerleştirilmiştir (Çiz.6). Doğu yönünde, mahfillerin arasında yer alan ve oymalı korkuluklarla donatılan türbeyle semâhâne mekânı arasındaki bütünleşme dikkat çekicidir. Fevkânî hünkâr mahfili mihrabın solundadır (Res.12).

 

 2.4. Semâhâne Tasarımının Kaynakları

 

Yukarıdaki anlatımlarda da görüldüğü üzere, İstanbul Mevlevîhâneleri içinde, Beşiktaş ve Galata Mevlevîhânelerinin -o da ancak semâhâne birimlerinin- mimârî özelliklerini, görsel belgeler sayesinde 17. yüzyıla kadar geriye götürebiliyoruz. İstanbul’daki Mevlevîhânelerin, Anadolu’da ilk örnekleri 14. yüzyıla kadar giden ve İstanbul’un dışında 17. yüzyıla kadar, farklı tipler üreterek gelişimini sürdüren Mevlevîhâne mimârîsiyle ilişkisini sorgulamak gerekir.

 

Günümüze özgün tasarımlarıyla intikal edebilmiş en eski örnekler, Beylikler dönemine ait olan Manisa Mevlevîhânesi (1368/69)53 ile Antalya Mevlevîhânesi (1377 civ)’dir.54 Her iki yapıda da, kökleri Horasan’ın İslâm öncesi kültür katmanlarına inen, merkezde ‘kapalı avlu’ niteliğinde kare planlı ve kubbeli bir sofayla buna saplanan beşik tonozlu eyvanlardan ve bunların arasına yerleştirilmiş iki katlı barınma birimlerinden oluşan şema kullanılmıştır (Çiz.7). 14. yüzyılın ilk çeyreğine ait Edirne (1426) ve Tire (1441) Mevlevîhâneleri de, aynı şemadan türetilmiş, erken Osmanlı mimarlığına özgü zâviyeli (tabhâneli) camilerin özelliklerini sergiler55 (Çiz.8).  

 

Bu dört yapıda da merkezî sofa, semâhâne işlevine; Kıble yönünde yer alan ve mihrabı barındıran eyvan ise mescit işlevine sahiptir. Doğu ve batı yönlerindeki eyvanlar, mukabele sırasında seyircilere (züvvâra), diğer zamanlarda da sohbet vb. işlevlere tahsis ediliyor olmalıydı. Manisa ve Antalya Mevlevîhânelerinde kuzey yönündeki eyvanların da mukabele sırasında mutrıb maksûresi olarak kullanılmış olması akla uygundur. Edirne ve Tire Mevlevîhânelerinde ise, kuzey yönünde yer alan ve namaz sırasında müezzin mahfili olarak kullanılan fevkânî mahfiller mukabele icrasında büyük ihtimalle mutrıb maksûresininin işlevini yerine getirmekteydi. Bu arada, Mevlevî mukabelesinin, söz konusu yapıların inşa edildiği çağda (14. yüzyılın son çeyreğinde ve 15. yüzyılın ilk çeyreğinde) henüz bilinen ‘klasik’ biçimine ulaşmadığı, daha sonraki dönemlere göre daha yalın ve ‘serbest’ bir nitelik arz ettiği de unutulmamalıdır.

 

Her ne kadar Galata, Yenikapı, Kasımpaşa ve Üsküdar Mevlevîhânelerinin ilk yapıları hakkında bilgimiz yoksa da, II. Mehmed (Fatih) döneminden sonra zâviyeli (tabhâneli) camilerin ve onlara paralel gelişen tarîkat yapılarının mimârînin repertuarından çıkmış olması, ayrıca başından beri İstanbul’daki tesislerde büyük ihtimalle ahşap malzemenin tercih edilmesi,56 Manisa, Antalya, Edirne ve Tire’dekilere benzer şemaların İstanbul Mevlevîhânelerinde uygulanmış olma ihtimalini zayıflatır.

 

Diğer taraftan 16. yüzyıla ait Eskişehir (1515-1526 arası) ve Ankara Mevlevîhânelerinin (1565) semâhâneleri, aynı zamanda cami olarak kullanılan (Kurşunlu Cami ve Cenâbî Ahmed Paşa Camii),  kare planlı ve tek kubbeli bir harimle bunun kuzey yönündeki son cemaat revağından müteşekkil, tamamen cami tasarımı arz eden mekânlardır57 (Çiz.9). Harem dışında kalan diğer birimler ise bu cami-semâhânenin kuzeyindeki şadırvan avlusunun çevresine yerleştirilmiştir. Söz konusu Mevlevîhâne tipinin İstanbul’da uygulanmamış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Keza, Kilis ve Antep Mevlevîhânelerinin  (1525 ve 1638) semâhânelerinde gözlenen, merkezdeki kare planlı ve kubbeli mekânın dört yönde dikdörtgen planlı ve tonozlu birimlerle kuşatıldığı, köşelere de kare planlı ve kubbeli küçük birimlerin yerleştirildiği şema da İstanbul Mevlevîhânelerinde görülmez (Çiz.10).

 

Sonuçta, 14. yüzyıla ve 15. yüzyılın ilk yarısına ait Mevlevîhânelerin semâhânelerinde görülen ve İstanbul’dakiler de dâhil olmak üzere, daha sonraki bütün Mevlevîhânelerde devam eden, ‘merkezde semâ’ alanı, bunun çevresinde seyirci mahfilleri ve mihrabın karşısında mutrıb maksûresi’ olarak özetlenebilecek dağılım şeması dışında, İstanbul örneklerine fetih öncesinden intikal eden pek bir şey tesbit edemiyoruz. Dolayısıyla, İstanbul’daki Mevlevî mimârîsinin başka ilham kaynakları olmalıdır.

 

Bu hususta ilk akla gelen Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’dır. Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere, yüzyıllar boyu hacıların uğrağı olagelen Kudüs’te Müslümanlar için en önemli ziyaretgâhlar ise şüphesiz Mescid-i Aksâ ile Kubbetü’s-Sahra idi. Bu arada Kubbetü’s-Sahra’nın, Mi’râc olayının gerçekleştiğine inanılan mevkide yükselmesi ve İslâm’ın derûnî boyutuna hitap eden Mi’râc’ın özellikle Sûfî çevrelerinin düşünce ve duygu dünyasında önemli bir yer tutması, söz konusu eseri kuşkusuz ayrıcalıklı kılmaktaydı. Yapının tasarımı ise, kutsal kayayı kuşatan dairesel planlı ve kubbeli bir çekirdekle bunun çevresindeki sekizgen planlı iki tavaf galerisinden oluşmaktaydı (Çiz.11).

 

Kubbetü’s-Sahra’nın iç mekânı, Galata Mevlevîhânesi’nin semâhânesinde, en azından 17. yüzyıldan beri uygulandığı tesbit edilen sekizgen formun ilham kaynağı olarak görülebilir mi? Bu soruya çok kesin cevap vermek mümkün değil. Ancak, bir yandan sûfîler nezdinde Mi’râc’ın yukarıda değinilen ayrıcalıklı mevkii, diğer taraftan Mevlevî mukabelesinde, gerek devr-i Veledî’de gerekse de bunu izleyen selâmlarda gözlenen, tasavvufî-kozmik sembollerle yoğrulmuş dairevî ‘koreografi’ böylesi bir etkileşimin olabilme ihtimalini güçlendiriyor. Bu arada, Mimar Kemâleddîn Bey tarafından Üsküdar Mevlevîhânesi için tasarlanan ancak uygulanamayan semâhâne projesiyle Kubbetü’s-Sahra arasındaki çarpıcı benzerlik, söz konusu yapının Osmanlı mimarlık ortamını son evresine kadar etkilemeyi sürdürdüğünü kanıtlar ve yukarıda değinilen varsayımı destekler (Çiz.12).

 

Öte yandan, sekizgen planlı bir erken Bizans yapısı olan ve 15. yüzyıl sonlarında ‘Küçük Ayasofya’ adıyla cami-tekkeye çevrilen Azîz Sergios ve Bakkhos Kilisesi,58 her ne kadar Halvetîlerce kullanılmış olsa da, diğer bir ilham kaynağı olarak düşünülebilir.

 

İstanbul’daki Mevlevî mimârîsi için kanımızca en önemli kaynak, en azından 17. yüzyıldan itibaren ahşap ağırlıklı olan konut mimarlığıdır. Özellikle köşk ve kasır düzeyindeki örneklerle genel olarak tarîkat yapıları ve bu arada Mevlevîhâneler arasındaki bağlantı, Kubbetü’s-Sahra ve Küçük Ayasofya’daki gibi ‘kuvvetle muhtemel’ olmaktan öte, gerek bu yapı tipleri arasındaki paralellikler gerekse de yapı üretimine ait belgelerle kesinlik kazanmaktadır.

 

Örneğin Galata ve Beşiktaş, daha sonra da Yenikapı Mevlevîhânesi’nde karşılaşılan, Osmanlı kaynaklarında (örneğin Hadîka’da) ‘çârpuşta kubbe’ olarak adlandırılan, çatı altında gizlenmiş ahşap kubbeler,59 asıl köşklerin ve kasırların dîvânhâne mekânlarında yaygın olarak kullanılmıştır60 (Çiz.13). Bunun yanı sıra, bütün Mevlevîhânelerde gözlenen diğer mimârî ayrıntılar, cephe düzenlemeleri ve bezeme programı, inşa edildikleri veya esaslı bir onarıma tâbi tutuldukları dönemin ahşap konut mimarlığını yansıtır. Nitekim 19. yüzyıla ait belgeler,  Galata Mevlevîhânesi’nde 1859/60 yılında gerçekleştirilen onarım ve inşaat işlerinin ‘ebniye-i hassa kalfalarından’ Menas Kalfa’ya,61 Bahâriye Mevlevîhânesi’nin 1879’da sona eren inşaatının Nerses Kalfa’ya,62 1909 tarihli onarım ve tadilat işlerinin de Kosti Avram Kalfa’ya ihale edildiğini göstermektedir.63 Başka bir deyişle, söz konusu Mevlevîhânelerin son binaları, özellikle ahşap mimarlıkta uzmanlaşmış olan ve asıl saray, kasır, konak, yalı türünden yapıların inşaat ve onarım işlerini üstlenen gayrimüslim kalfaların eseridir.

 

Geçmiş yüzyıllarda da durumun bundan pek farklı olmadığı, İstanbul Mevlevîhânelerinin başından beri, Osmanlı payitahtındaki ahşap konut mimârîsiyle iç içe geliştiği söylenebilir. Esasen İslâm mimârîsi içinde tarîkat yapılarının ortaya çıkışına ve gelişimine göz atıldığında, başından beri bu yapı tipinin konut mimârîsiyle arz ettiği yakınlık dikkati çeker. Bu yakınlığı, ibadet yapısı olmanın yanı sıra, bütün tarîkat silsilelerinin başı olan ilk mürşid Hz. Muhammed’in, hem de sûfîlerce ilk dervişler olarak telakki edilen Ashâb-ı Soffe’nin ‘evi’ olan Mescid-i Nebevî’ye kadar uzatmak kabildir.64 Nitekim tasavvuf akımının tarîkatlar şeklinde kurumlaşmasından ve ilk tarîkat yapılarının ortaya çıkmasından önce tasavvufî hayatın ‘şeyh evlerinde’ odaklandığı ve en erken tarîkat yapılarının da bulundukları bölgenin konutlarıyla aynı özellikleri paylaştığı bilinmektedir.65

 

Örneğin Anadolu tasavvufunun ‘anayurdu’ olan Horasan’daki ilk hankâhlarda, daha sonra Anadolu’ya taşınan, kubbeyle örtülü avlu etrafında gelişen eyvanlı şema kullanılmıştı.

 

İstanbul Mevlevîhânelerinin biçimlenmesinde, konut mimârîsinin yanı sıra, mimârî programı ve yerleşim planını Mevlevîliğin âyin ve erkânıyla semboller dünyası yönlendirmekteydi. Semâ’ alanlarında kullanılan sekizgen, köşeleri pahlı kare ve daire gibi biçimler Mevlevî mukabelesinin dairevî koreografisinden kaynaklanmış, bu alanların yüzeyi de, en fazla 18 olabilen ve ‘nezr-i Mevlânâ’ya 66 tekabül eden semâzen sayısına göre hesaplanmıştır. Bu arada Mevlevîliğe özgü bir sembolik rakam olan 18, bazı kuruluşların tasarımında doğrudan devreye girmekteydi. Tam teşekküllü kuruluşlar olan âsitânelerde, dergâhtaki hizmet adedine tekabül eden 18 sayısı bu hizmetleri üstlenen dedegânın hücrelerinde de karşımıza çıkar. Öte yandan Yenikapı ve Bahâriye Mevlevîhânelerinde semâhâneyi kuşatan ahşap direklerin 18 adet olması da dikkati çeker.

 

Ayrıca, Konya’daki Huzûr-i Pîr başta olmak üzere, İstanbul dışındaki birçok kuruluşta da gözlenen, Yenikapı ve Bahâriye Mevlevîhânelerinde tekrar karşımıza çıkan semâhânelerle türbeler arasındaki ‘mekânsal kaynaşma’, Allah dostlarının (velîlerin) ‘ruhen diri’ oldukları inancına, bunun sonucu olarak, âyinlerin onların ‘mânevî huzurunda’ icra edilmesi arzusuna bağlanır.67

 

Fakat Mevlevîhânelerin ‘sûretlerini’ ve mimârî ifadelerini belirleyen, dönemin İstanbul’unda yaygın olan ahşap yapı teknikleri ve süsleme tarzlarıydı. Dolayısıyla İstanbul Mevlevîhânelerini taşradakilerden farklı kılan da, konut mimarlığında bölgeler arasında gözlenen malzeme, oran ve üslûp farklarıydı.

 

Sonuçta, İstanbul Mevlevîhânelerinin ‘ruhlarıyla’ Hz. Mevlânâ’ya, O’ndan da Asr-ı Saadet’e kadar uzanan mânevî değerler zincirini, ‘bedenleriyle’ de Osmanlı dönemi tarîkat mimârîsinin payitaht üslûbunu temsil ettikleri söylenebilir.

 

 

1. A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul 1988, 100.

2. Hüseyin Ayvansarayî, Hadîkatü’l-Cevâmi, İstanbul 1281, II, 42-47; Mehmed Raif, Mir’at-ı İstanbul, İstanbul 1314, I, 400-414; Şahabettin Uzluk, Mevlevilikte Resim – Resimde Mevleviler, Ankara 1957, 121-137; Muzaffer Erdoğan, ‘Mevlevî Kuruluşları Arasında İstanbul Mevlevîhâneleri’, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, IV-V (1975-1976), 25-32; Can Kerametli, Galata Mevlevîhânesi, İstanbul 1977; Ekrem Işın, ‘İstanbul’un Mistik Tarihinde Mevlevîhâneler’, İstanbul, 4 (Ocak 1993), 119-131; Ekrem Işın - M. Baha Tanman, ‘Galata Mevlevîhânesi’, Dünden Bugüne İstanbul Ans., 3 (1994), 362-367.

3. R. Saffet Atabinen, ‘Galata Mevlevîhânesi-Milli Kültür Sahası’, TTOK Belleteni, 66 (Temmuz 1947), 10; Kerametli, a.g.e., 17, 21.

4. Hadîka, II, 7, 47.

5. Hadîka’da, ‘Galata Mevlevîhânesi Mescidi’ olarak zikredilen yapının çevresinde kendi mahallesinin teşekkül ettiğine dair bir kayıt bulunmamakta, buna karşılık,  Şahkulu Mescidi’nin mahallesinin olduğu belirtilmektedir. Günümüzde hâlâ Şahkulu Mahallesi’nin sınırları içinde olan Mevlevîhânenin, adı geçen mescidin ve mahallenin tesis edilmesinden beri bu özelliği koruduğu anlaşılıyor.

6. Batılılar bu mezarlığa ‘Petit Champs des Morts’ (Küçük Mezarlık) veya kısaca ‘Petit Champs’ adını vermişlerdir. Taksim-Elmadağ ekseninden başlayan ve Gümüşsuyu-Ayazpaşa yamaçlarını kaplayan, Beyoğlu civarındaki diğer mezarlık ise ‘Grand Champ des Morts’ (Büyük Mezarlık) olarak anılmaktaydı. Günümüzde her iki mezarlık alanı da tamamen tarihe karışmıştır. Küçük Mezarlığın, Şişhane’den Kasımpaşa İskelesi’ne inen yamaçlarda yer alan kesimi ‘Çürüklük’ olarak anılmakta, mezar taşı yaptırmaya kudreti olamayan kimsesizler ve yoksullar buraya gömülmekteydi.

7. BOA, İrade-Evkaf, no: 2001/9.

8. Müeyyedzade ve Şahkulu mescitlerinin Galip Dede Caddesi üzerinde yer alması söz konusu güzergâhın 16. yüzyıldan günümüze değişmediğini gösterir.

9. Bu yolun, Şişhane’den Tünel’e çıkan Yolcuzade İskender Caddesi ile çakıştığı söylenebilir. Suna ve İnan Kıraç Vakfı -  İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Arşivi’nde bulunan, muhtemelen 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine ait bir fotoğrafta, bugünkü caddenin yerinde bulunan, iki taraftan servi ağaçlarıyla kaplı mezarlıklarla çevrili bu yol görülmektedir.

10. ‘Galata Mevlevîhânesi’, İstanbul Ans., XI (1971), 5915.

11. Hadîka, I, 228-230; Mehmed Ziya, Merâkiz-i Mühimme-i Mevleviyyeden Yenikapu Mevlevîhânesi, İstanbul 1329 (1911), 2. yay: Yenikapı Mevlevîhânesi, haz. Yavuz Senemoğlu, Tercüman/1001 Temel Eser, no: 86, İstanbul [tarihsiz]; Uzluk, a.g.e., 54-55

Aç